İnsanlık için küçük, kendim için büyük değişimler yaşadığım bir dönemden geçiyorum. O kadar korkuyorum ki, nefes alamıyorum. Nefes alamadığımı fark ettikçe "Cessi sakin ol, en kötü ne olabilir ki?" diyorum. En kötü ölebilirim. İçimden otomatik olarak çıkan cevap bu. Oysa bir yere öldüğüm yok.
Şehir beni boğuyor, doğaya kaçıyorum. Doğa beni boğuyor, şehre dönüyorum. Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Bu aidiyetsizlik beni yoruyor. Oysa mekanlara ait olmak ne ki? Ve şart mı?.. Bilmiyorum, bugüne kadar bu ezberle yaşadım. Ve "Buraya veya oraya ait olmak ne ki? Bir yere ait olmak şart mı?" diye sorulduğunda fark ettim bunu... Demek herkes benimki gibi değil, demek insanlar, yerlere ait hissetmeyebiliyorlar, demek bu "arada kalmışlık" hissi bana ait.
Her şey bir tekrar gibi geliyor bazen, detaylı göremiyorum. Doğada benim için her şey bir süre sonra yeşile dönmeye başlıyor mesela, "ne güzel yerler, değil mi?" dendiğinde "yeşil, yeşil, yeşil... dün gördüğümüz yerden çok da farkı yok" diyorum... Doyuyorum çünkü. Hatta taşıyorum. Dünyanın en güzel müzesinde gezerken 1-2 saatin sonunda doyup, eserleri görememeye başladığım gibi. Sadece doğada değil, her yerde böyleyim ben.
Ama konumuz bu değil. Konumuz aidiyet. Ve aidiyet denen şey, sadece mekana ait olmakla sınırlı da değil. Başka bir şey bu. Belki de genetik miras. Yahudilerin ezelden beri oradan oraya kovulmasıyla, tekrar bir hayat kurup, tekrar dağıtılmasıyla ilgili. Sürekli sofra koyup kaldırmak gibi, tekrar tekrar tekrar... Sen tam kendini "tamam artık buralıyım" zannederken, "öteki" olmak gibi, ve aslında belki de hiçbir zaman oralı olmadığın, oldurtulmadığın, sadece senin öyle sanman gibi. Ve tam da bu nedenle yaşadığın kalp kırıklığıyla, hep bir yerlere ve birilerine ait hissetmeye özlem duymak gibi.
Ve yine tam da bu nedenle hiçbir zaman tam anlamıyla anın tadına varamadım ben, ne doğada, ne müzede, ne orada, ne burada. Çünkü hep bir panik vardı içimde, hep bir "ya kovulursam" korkusu, "arkamdalar mı acaba" tedirginliği. Bu şiddette değilse bile, ve günlük hayatın içinde değilse bile, minik bir paranoyayla yaşamaya alışığızdır biz azınlıklar hep. Ya da belki bu da bana ait bir histir, kendi toplumuma da ait değilimdir belki, kim bilir...
Tuesday, September 25, 2018
Sunday, September 9, 2018
Hoş geldin 5779
Pek inançlı biri değilimdir. Yılın bitmesi, başlaması da takvimde bir sayfa yalnızca aslında. Ancak, bugün bir çok yeni yıl mesajı aldım, hoşuma gitti. Belki de etrafımızdaki olumsuzluklardan bıktığımız için, en küçük mutluluk kırıntısı hoşumuza gitmeye başladı, bilmiyorum. Belki yaş aldıkça, gelenekler daha çok anlamlanmaya başladı, bayramlar sayesinde aileyle bir araya geldiğimi, gelenekler sayesinde eski güzel bayram günlerini yad etme fırsatı bulduğumuzu fark ettim. Ritüellerin (meğerse) bir anlamı, bir nedeni olduğuna uyandım belki. Şu veya bu nedenle, bayram havası iyi geldi.
Geçen 1 bütün yılı geçirdim aklımdan. 42 yaşına girerken "bu yıl çok farklı olacak" demiştim. Öyle de oldu. Doğum günümle başlayan, geçen Rosh HaShanah ile devam eden bu yıl bana şans getirdi, mutluluk getirdi, kendimi dönüştürdüğüm, hayallerime daha çok yaklaştığım, her şeyden önce "uyandığım" bir yıl oldu. Yıllardır üstümde taşıdığım travmalarımı şifalandırdığım, kendimi, bedenimi olduğum gibi kabul ettiğim hatta bunu hem yazıyla hem TV kanalıyla milyonlarla paylaştığım bir yıl oldu. İnsanlık için küçük, kendim için büyük adımlar attığım bir yıl oldu.
Rosh HaShanah ve Kippur'da, geçen yılın muhasebesi yapılıp, temiz bir sayfaya devam edilirmiş. Ben de istedim ki bunca şükredecek şey varken, bu vesileyle bir teşekkür edeyim, yeni yıla yeni hayallerle, yeni umutlarla gireyim. Çünkü biliyorum, iyi düşünürsek iyi olur.
Herkese mutlu bir 5779 yılı dilerim!
Geçen 1 bütün yılı geçirdim aklımdan. 42 yaşına girerken "bu yıl çok farklı olacak" demiştim. Öyle de oldu. Doğum günümle başlayan, geçen Rosh HaShanah ile devam eden bu yıl bana şans getirdi, mutluluk getirdi, kendimi dönüştürdüğüm, hayallerime daha çok yaklaştığım, her şeyden önce "uyandığım" bir yıl oldu. Yıllardır üstümde taşıdığım travmalarımı şifalandırdığım, kendimi, bedenimi olduğum gibi kabul ettiğim hatta bunu hem yazıyla hem TV kanalıyla milyonlarla paylaştığım bir yıl oldu. İnsanlık için küçük, kendim için büyük adımlar attığım bir yıl oldu.
Rosh HaShanah ve Kippur'da, geçen yılın muhasebesi yapılıp, temiz bir sayfaya devam edilirmiş. Ben de istedim ki bunca şükredecek şey varken, bu vesileyle bir teşekkür edeyim, yeni yıla yeni hayallerle, yeni umutlarla gireyim. Çünkü biliyorum, iyi düşünürsek iyi olur.
Herkese mutlu bir 5779 yılı dilerim!
Monday, July 16, 2018
Para ve Güç
Para ve güç birlikte anılır yüzyıllardır. Kafamızda bir arada kodlayagelmişizdir bu ikisini hep. Ne kadar çok para, o kadar güç. Paramız arttıkça güçleniyor muyuz peki sahiden?
Fakir biri güçlü olamaz mı? Güç nedir?
Güç tanımımızda bir hata var galiba. Lüks yaşamayı mutluluk sanıyor, mutluluğun ise parayla sağlanabileceğini düşünüyoruz. Ve bunları sağlayabilmek için de canımızı dişimize takarak çalışıyor, kariyerimizde yükseldikçe kendimizi daha saygın, daha sağlam, daha sözü geçen ve bunların toplamında daha güçlü sanıyoruz.
Günümüz filozof/ yazarlarından Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi kitabında bahsettiği önemli Antik Yunan filozoflarından Epikuros'a göre hayatımızın temel amacı mutluluktur. Epikuros, insanın arzularını 3'e ayırmıştır;
Zorunlu ve doğal arzular,
Doğal ancak zorunlu olmayan arzular
Ne doğal ne de zorunlu olan arzular
Filozofun mutluluk şemasına göre, aç kalmakla yemek yemek arasında oluşan mutluluk farkı, basit bir yemek yemekle zengin bir sofradan yemek arasında yoktur. İnsanı bu noktada asıl mutlu eden, aç kalmamış olmaktır. Üstüne koyduklarımız, anlık hazlar verse de asıl mutluluğu veren, tokluk hissidir.
Aynı şekilde, bir işinin ve dolayısıyla gelirinin olup olmaması arasındaki fark, rütbe arttıkça mutluluğu arttırmaz. Bilakis, "ya elimdekini kaybedersem" korkusu getirir.
Asıl mutluluk, sağlıklı olmak, üste başa giyecek kıyafetlerin olması, yiyeceğinin olması ve etrafının sevdiklerinle çevrili olmasıdır, bu kadar. Ama kulübede mi yoksa villada yaşadığının önemi yoktur.
Epikuros'un bu felsefesi, söylenmesi kolay ancak yapması zor bir seçim çoğumuza göre. İçselleştirmek gerekiyor, uygulamaya geçmeden önce. Son yıllarda tutulduğumuz kişisel gelişim bombardımanı, bir şeyleri hazmetmemize izin vermeden peşi sıra akıllar veriyor çoğu zaman.
"Mutlu ol", "anda kal", "korkusuz ol" gibi bir çok slogana maruz kalıyoruz ve kabul edelim ki hiç birimiz guru değiliz. Bunca yıllık kalıplarımızı bir anda kırmamız kolay değil. Bize bugüne kadar "çok çalış, çok kazan, rahat et" dendi, "Allah kimseyi alıştığından aşağı düşürmesin" dendi, belli bir standardımızın olması, başarılı olursak zengin olacağımız ve şu ve bu...
Tüm bunlardan vazgeçen "Ferrari'sini satan bilgeler" güçsüzleştiler mi peki sizin gözünüzde? Hayır mı? Peki bu rolü kendinize niye yakıştıramıyorsunuz o halde? Gücünüzü elinize almanızın yolu, bakış açınızı kırmaktan geçiyordur belki de...
Fakir biri güçlü olamaz mı? Güç nedir?
Güç tanımımızda bir hata var galiba. Lüks yaşamayı mutluluk sanıyor, mutluluğun ise parayla sağlanabileceğini düşünüyoruz. Ve bunları sağlayabilmek için de canımızı dişimize takarak çalışıyor, kariyerimizde yükseldikçe kendimizi daha saygın, daha sağlam, daha sözü geçen ve bunların toplamında daha güçlü sanıyoruz.
Günümüz filozof/ yazarlarından Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi kitabında bahsettiği önemli Antik Yunan filozoflarından Epikuros'a göre hayatımızın temel amacı mutluluktur. Epikuros, insanın arzularını 3'e ayırmıştır;
Zorunlu ve doğal arzular,
Doğal ancak zorunlu olmayan arzular
Ne doğal ne de zorunlu olan arzular
Filozofun mutluluk şemasına göre, aç kalmakla yemek yemek arasında oluşan mutluluk farkı, basit bir yemek yemekle zengin bir sofradan yemek arasında yoktur. İnsanı bu noktada asıl mutlu eden, aç kalmamış olmaktır. Üstüne koyduklarımız, anlık hazlar verse de asıl mutluluğu veren, tokluk hissidir.
Aynı şekilde, bir işinin ve dolayısıyla gelirinin olup olmaması arasındaki fark, rütbe arttıkça mutluluğu arttırmaz. Bilakis, "ya elimdekini kaybedersem" korkusu getirir.
Asıl mutluluk, sağlıklı olmak, üste başa giyecek kıyafetlerin olması, yiyeceğinin olması ve etrafının sevdiklerinle çevrili olmasıdır, bu kadar. Ama kulübede mi yoksa villada yaşadığının önemi yoktur.
Epikuros'un bu felsefesi, söylenmesi kolay ancak yapması zor bir seçim çoğumuza göre. İçselleştirmek gerekiyor, uygulamaya geçmeden önce. Son yıllarda tutulduğumuz kişisel gelişim bombardımanı, bir şeyleri hazmetmemize izin vermeden peşi sıra akıllar veriyor çoğu zaman.
"Mutlu ol", "anda kal", "korkusuz ol" gibi bir çok slogana maruz kalıyoruz ve kabul edelim ki hiç birimiz guru değiliz. Bunca yıllık kalıplarımızı bir anda kırmamız kolay değil. Bize bugüne kadar "çok çalış, çok kazan, rahat et" dendi, "Allah kimseyi alıştığından aşağı düşürmesin" dendi, belli bir standardımızın olması, başarılı olursak zengin olacağımız ve şu ve bu...
Tüm bunlardan vazgeçen "Ferrari'sini satan bilgeler" güçsüzleştiler mi peki sizin gözünüzde? Hayır mı? Peki bu rolü kendinize niye yakıştıramıyorsunuz o halde? Gücünüzü elinize almanızın yolu, bakış açınızı kırmaktan geçiyordur belki de...
Tuesday, July 3, 2018
Doğum Sancısı
"42; the answer to life, the universe & everything." Geçen sene doğumgünümde yazmıştım Douglas Adams'ın bu meşhur cümlesini. 42, herşeyin cevabıydı gerçekten. En azından, cevabın başlangıcıydı. Yeniden doğumdu, ama bitmeyen bir doğum. Bir şeylere yeni uyandığın, yeni anladığın, ya da bu kez farklı anladığın belki de... "Dur bir de bu pencereden bakayım" dediğin, bazen farklı pencerelere yöneldiğin, bazen yöneltildiğin... Daha çok sevdiğin. Sevdikçe eğildiğin, yeni şekiller alabildiğini hayretle fark ettiğin... Korkularını bırakırken, sanki bir tren yolculuğunda pencereden dışarıya bakar gibi, ağır ağır izlediğin... Ve yeni bilinmezlere daha korkusuzca atılabildiğin. Hayatın, aslında korkulacak değil, "korkma, ben varım" diyen biri olduğunu anladığın.
En sevdiğim bilge, muzip, afacan yazar Douglas Adams doğru bilmişti yine işte, 42 her şeyin cevabıydı. Ama söylemediği şuydu; 42 cevabın başlangıcıydı, doğumun, hayatın, evrenin, cevabın yalnızca başlangıcı...
En sevdiğim bilge, muzip, afacan yazar Douglas Adams doğru bilmişti yine işte, 42 her şeyin cevabıydı. Ama söylemediği şuydu; 42 cevabın başlangıcıydı, doğumun, hayatın, evrenin, cevabın yalnızca başlangıcı...
Wednesday, April 11, 2018
Anne Ben Bir Ölüp Geliyorum
Olağan bir gün değildi aslında. Anlamam gerekirdi. İşaretleri yorumlamam gerekirdi...
Olağan bir günde evde, kendi yatağımda
uyanıyor olurdum mesela. Kendi kıyafetlerimi giyip, kendi sokağıma çıkar, kendi
muhitimde geziniyor olurdum. İşe gidiyor olmazdım hayır çünkü o ara
çalışmıyordum. Rutinim, sokakta gezmek, arkadaşlarımı görmekti o ara.
Ama sıradışı bir gündü işte. Eski arkadaşım
Burçe’de kalmış, onun kıyafetlerini giymiş, tanımadığım bir adamla buluşup,
tanımadığım bir mekana gitmiş, tanımadığım adamlarla birlikte yanmıştım. Ölmek
için güzel bir gündü!
...Değildi tabi. Öyle olduğunu düşünseydim,
bugün bu satırları yazıyor olmazdım. Ölmek için güzel bir gün değildi ve ben
ölmemeyi seçtim.
Diyorum ya, anlamam gerekirdi. Oraya gitmek
istemeyişimden, gittiğim anki “benim buradan çıkmam lazım” hissimden, “ne işim
var burada?” dememden, “neyse artık söz verdim. Öğlen olsun, günün diğer
yarısında giderim” dememden belliydi. Kaçmam gerekirdi oradan.
Kaçmadım... hayatımın en büyük hatası
mıydı? Hayatımın en büyük tecrübesi mi? Etrafımda bir sürü adam, silahlar
patlıyor, kovanlar uçuşuyor, bekleme salonundaki yapay çiçekler... Nedense ona
takılmıştı aklım. Şöyle demiyordum mesela: “atış poligonunda ne işim var?!” Hayır,
ben yapay çiçeklere takılmıştım; patlayan silahlar değil de, etrafımda yapay
çiçekler olması rahatsız etmişti beni.
Silahlar gerçek dünyaya aitti de sanki, plastik çiçeklerdi gerçekliği
bozan...
Saat 12.00’ye geliyordu. İçeriden haber
geldi, “diğer grup hazır”. Tamam, birazdan öğle yemeğine çıkarız, sonra ben
“gidiyorum” derim, bu macera da burada biter demiştim kıvılcımı gördüğümde.
Tavanda bir kıvılcım vardı, ne bileyim,
olur öyle sandım. Poligonda sık sık alev çıkıyordur belki de, ne bileyim… Çıkmıyormuş!
Elektrik kablosuna ateş etmiş biri, yanıyormuşuz, ne bileyim… Çantamı aldım,
yukarı kapıya koştum, kapıyı açacağız, çıkıp gideceğiz sandım, ne bileyim…
Önümde koşan adamın, hepimizin kaderini değiştireceğini ne bileyim…
Kaza durumlarında “panik yapmayın,
soğukkanlılığınızı koruyun” derler. Önümüzde koşan adam panikle kapı kulbunu
kırmasaydı, bugün bu satırları yazıyor olmazdım.
Çelik bir kapıydı. İçeri doğru açılıyordu.
Kulbu kırıktı. Alevler yukarı geliyordu. Barut tozundan dolayı yangın çok hızlı
büyümüştü. Ve biz ölüyorduk.
Yapacak pek bir şey yoktu. Bağırıp
ağlamanın faydası da… Sadece ölüyorduk. Duman arttıkça nefes almak zorlaştı.
Son hatırladığım, kafamı çantama sokmuş nefes alıyordum. Sonra…
Sonra sağıma soluma baktım, sakince “bir
takım tanımadığım adamlarla ölüyorum” dedim… “Baba yanına geliyorum” dedim bir
de; sonrası yok!
Gözümü açtım, rüyadan uyandım. Bu saate
kadar uyumuşum. Ne tuhaf bir rüyaydı. Ama nasıl olur ki? Hem ben neredeyim?
Allahım bu bir rüya değil mi? Balık gibi çırpınıyordum ambülansta, nefes
alamıyordum. Beni nereye götürüyorlar, yanımdaki kim, hiçbir fikrim yok.
Bir sonra hatırladığım sahne hastane odası.
Yanımda yatan bir adam var, tanımıyorum. Ayakta gezen adamlar var, tanıyorum,
bizim poligondan. Çok ağrım var, onu biliyorum, sedyede yatarken ellerimin,
parmak uçlarımın acısını hissediyorum en çok. Parmak uçlarım sedyeye değerken
acıyor. Ellerimi kaldırmak istiyorum, kaldıramıyorum. Hemşireye seslenmek
istiyorum, seslenemiyorum. Kısık sesimle, yanımda yatan bıyıklı adama “bana
hemşireyi çağır” diyorum. Hemşire geliyor ve ben annemin numarasını veriyorum.
Sonra hemen vazgeçip “kardeşimi ara” diyorum, annem korkmasın. Aradan kaç
dakika geçti, Ceki ne zaman geldi bilmiyorum. Hatırladığım tek şey Ceki’yi
kapının eşiğinde gördüğüm an. “iyiyim, yalnız değilim, ailem burada artık”
dediğim anı hatırlıyorum. Sonrası bulanık…
Işsiz olduğum bir dönemdi. Allah biliyor
ya, iş arıyor da değildim. Hele ki bu tercüme işini… Boşta olduğumu bilen
arkadaşım Şeli “Cessi” dedi, “bizim Pazartesi- Perşembe İngilizce bilen birine
ihtiyacımız var, tercümanlık yapmayı düşünür müsün?” Ne yalan söyleyeyim,
düşünmüyordum. Hiç de hevesim yoktu. Başıma gelecekleri mi hissetmiştim ne?!
Kız “cv’ni gönder bana” dedi, istemesem de peki dedim. Istemiyorum ya, mail
gitmiyor. Cv’ni göndermedin dedi, mail gitmemiş, evren de istemiyor bu işin
olmasını. Ancak kaderden kaçış yokmuş, neticede o işi aldım ve bir güzel
yandım!
Ömrümde ilk ve tek poligon ziyaretimdi.
Benim ne işim olur poligonda?! Şöyle olur; tercümanlığını yapacağım adamla,
Ephraim’le tanışma toplantısı yaptık. Ben Şeli’nin teklif ettiği gibi
Pazartesi- Perşembe günleri arası tercüme yapacaktım. Ancak Ephraim, “yarın bir
iş var, istersen yarın gel birbirimizi deneyelim, eğer ikimiz de memnun
kalırsak Pazartesi- Perşembe günleri arasındaki işi sana veririz” dedi ve
böylece yangının çıkacağı gün benim poligonda olmam için kader ağlarını örmüş
oldu.
İş, güvenlik firması elemanlarına atış
eğitimi vermekti. Eğitimi veren adam Türkçe bilmediği için ben İngilizce-
Türkçe tercümanlık yapıyordum. Sabah bir gruba, öğleden sonra başka bir grup
insana eğitim verilecekti. Zaten ne olduysa o öğle yemeğinden hemen önce oldu.
O kıvılcım biraz gecikseydi, ben öğle yemeğine çıkmış, bir daha da poligona
dönmemiş ve yanmamış olacaktım.
Kıvılcımı ilk gördüğüm andan, dumandan
nefes alamayıp düşüp bayıldığım ana kadar kaç dakika geçtiğini bilmiyorum. Olsa
olsa 5-6 dakikadır.
Kendi yazdıklarımı okuyunca roman gibi gelen bu hikaye, benim hayatım. Ne kadar da tuhaf, sanki hiç yaşanmamış gibi...
Hayat, bir olasılıklar zinciri. Hangi kibriti çekip ne tarafa gideceğin, tüm hayatının akışını değiştiriyor, kontrol edemiyoruz bazen. Önemli olan, ne olduğu değil, olan olduğunda nasıl davrandığın galiba. Hayatta bazen sorunlar olacak. Peki sen bu sorunları nasıl göğüsleyeceksin? İşte asıl konu bu.
Tuesday, March 20, 2018
İki Kişi, Üç Fikir
Iki kişinin olduğu yerden üç ayrı fikir
çıkar derler. Yargılarımızla ve önyargılarımızla öylesine sarılmış durumdayız
ki, o kadar eminiz ki tek bir doğrunun olduğundan, bazen minicik bir cümleyle
bütün dünyamız sarsılabiliyor. Sen karşındaki adına, ona sormadan bir
tümevarıma gittiğinde (ve bunu iyi niyetle yapmış bile olsan) ondan “sen benim
adıma düşünme, bırak sonuçlarını ben düşüneyim” cevabını alabiliyorsun. İyi ki
de alıyorsun. Karşındaki, açık iletişimden yanaysa alabiliyorsun. Öyle değilse,
senin iyi niyetini bambaşka algılayıp gizli küskünlükler de yaşayabiliyor.
Küsmeden, alınmadan, sadece dinlemeye çalışmak lazım karşı tarafı. Gözlemci
olmak lazım. Ne diyeceğini, ne yapacağını bildiğinizi varsayarak atılmamak lazım dinlemeden. Karşı taraf sizi çok şaşırtabilir bazen. Hatta çoğu zaman.
Hepimiz kendi tecrübelerimiz kadar varız. Ama her birimizin tecrübesi, diğerininkinden farklı...
Wednesday, March 14, 2018
Hawking ve Sanal Dertlerimize Bir Bakış
Bazı hayatlar ne kadar anlamlı... Şanslı oldukları için değil, zengin oldukları için değil, şu veya bu özellikleri nedeniyle değil, içine anlam kattıkları için.
Stephen Hawking ölmüş bugün. Ne büyük bir hayat mücadelesi, ne büyük bir anlam arayışı ve ne büyük bir güç. Birtakım özellikleri nedeniyle değil, birtakım özelliklerine RAĞMEN. Yine geçenlerde ölen Doktor (Kolsuz) Agop gibi... Bu insanların en büyük özellikleri, başlarına gelenleri kendilerine bir engel olarak görmemiş olmamaları, bu engellere RAĞMEN, bu engellerin üzerinden atlayarak, bu engellerin varlığını veya yokluğunu kendilerine mevzu etmeyip, sanal dertlerle uğraşmak yerine reel olarak hayata katkı yapmaya çalışmaları.
Hayatta olduğumuz sürece umut vardır. ALS de olsan, kolsuz da olsan, parasız da olsan... Yeter ki kendimizden vazgeçmeyelim. Ve sabredelim. Ve azmedelim. Hayalleri gerçeğe dönüştürmek için inançlı ve kararlı olmak gerekiyor. Nicelerimiz bu iki müthiş adamdan çok daha şanslıyız. Yeter ki bunu görelim ve umudumuzu kaybetmeyelim.
Stephen Hawking ölmüş bugün. Ne büyük bir hayat mücadelesi, ne büyük bir anlam arayışı ve ne büyük bir güç. Birtakım özellikleri nedeniyle değil, birtakım özelliklerine RAĞMEN. Yine geçenlerde ölen Doktor (Kolsuz) Agop gibi... Bu insanların en büyük özellikleri, başlarına gelenleri kendilerine bir engel olarak görmemiş olmamaları, bu engellere RAĞMEN, bu engellerin üzerinden atlayarak, bu engellerin varlığını veya yokluğunu kendilerine mevzu etmeyip, sanal dertlerle uğraşmak yerine reel olarak hayata katkı yapmaya çalışmaları.
Hayatta olduğumuz sürece umut vardır. ALS de olsan, kolsuz da olsan, parasız da olsan... Yeter ki kendimizden vazgeçmeyelim. Ve sabredelim. Ve azmedelim. Hayalleri gerçeğe dönüştürmek için inançlı ve kararlı olmak gerekiyor. Nicelerimiz bu iki müthiş adamdan çok daha şanslıyız. Yeter ki bunu görelim ve umudumuzu kaybetmeyelim.
Labels:
hawking,
kişisel gelişim,
kolsuz agop,
varoluş
Friday, March 9, 2018
Keşkeler Listesi
Kazadan beri hep düşünürüm, neden başıma
böyle bir kaza geldi diye. Belki de o kadar mistik bir cevabı yoktur, belki
sadece bu yazıya vesile olmak içindir mesela. Ya da belki çok uhrevi bir cevabı
vardır; hayatın kıymetini anlamak gibi. Ya da “neden olmasın”dır sadece cevabı,
bir başkası da olabilirdi, sen de. Her birimizin başına her an her şey
gelebilir bu evrende ne de olsa…
Bana hep ne kadar güçlü olduğum, başıma
gelenleri ne kadar metanetli göğüslediğim söylenir, insanlar hep överler beni.
Oysa bana hep “başka bir çarem yoktu ki” gibi gelir. Başka bir çare değil ama
başka yollar hep vardı. Depresyona girmek gibi mesela, kendine acımak gibi,
mağduriyetinde sıkışıp kalmak gibi. Ben onu hiçbir zaman bir opsiyon olarak
görmedim. Beni övdüler ama ben bunu bilinçli olarak yapmadım, bana göre
gerçekten 2.bir yol olmadığı için yaptım, otomatik olarak. Bu bir karakter
özelliği mi? Sanmıyorum. Akıllı davranmak olduğunu düşünüyorum ama.
Davranışlarında hep akıllı olmak gerektiğini düşünüyorum. Düşüncelerinde de. Ve
aklın, mantıkla duygunun harmanlanması olduğunu düşünüyorum.
Mağduriyet, işin kolayı. Zor olan mücadele
etmek. O nedenle tebrik ettiler beni galiba hep.
Ben şu an yazdığım kitaba başladığım
sıralar konu başıma gelen kazanın ekseninde dönecekti. Oysa ben ondan çok daha
ağır travmalar yaşadım sonrasında, kardeşimi kaybetmek gibi. Onu düşünmediğim,
özlemediğim tek bir gün yok. Ama hayat devam ediyor ve eğer gerçekten hayatta
olmak istiyorsan hakkını vermelisin. Bir gün zaten öleceksin, o güne kadar yaşa!
Yaşarken ölmenin bir manası yok. Yaşamak için, hakkıyla yaşamak için,
geçmişiyle barış yapmalı insan. Olan oldu, geçen geçti. Iyisiyle kötüsüyle…
olana kabul vermedikçe, günü de yaşayamaz oluyoruz. Geçmişin acısı, geçmişin
öfkesi, geçmişin keşkeleri ele geçiriyor benliğimizi. Anı kaçırıyoruz. Geçmişte
yaptığımız hataları bugüne taşımış oluyoruz. Kendimizi, etrafımızı suçlayarak,
günümüzü tekrar zehir ediyoruz. Geçmişi kabul etmedikçe sadece geçmişi değil,
bugünü de ziyan ediyoruz. Bugün otur ve kendine bir keşkeler listesi yap ve
bunlarla barış; ben öyle yapacağım.
Thursday, February 22, 2018
Kendime Geldim
Başına hatrı sayılır olay gelmiş, Azrail'le bir dönem ailecek birbirimize oturmaya gitmeli bir ilişki kurmuş biri olarak iyileşmenin her çeşit yöntemini denedim. Psikologundan astrologuna, nefesçisinden üfürükçüsüne, kişisel gelişimcisinden yaşam koçuna pek çok kapıyı çaldım, fayda gördüklerim de oldu, "bu ne hokkabazlık" dediklerim de... Kendini tanıma süreci dipsiz bir kuyu, "ben tamamım artık, hepsini öğrendim, oldum ben" demek mümkün değil, ancak zamanla daha dengeli olunabildiğini, kendimle ilgili, hayatımla ilgili isteklerimi, arzularımı, hayallerimi daha net seçebildiğimi görüyorum. Ya da belki ben öyle sanıyorum, ne de olsa her gün yeni bir gün ve her yeni günde sen de yeni bir sensin.
Yıllar önce yazmayı bıraktığım ve unuttuğum bu blog, bugün yepyeni bir fikirmiş gibi geldi yine aklıma. Bir süredir kendi kendime yazdığım ve yazmanın bana iyi geldiğine karar verdiğim bu dönemde, "niye blog yazmıyorum? ha dur, benim bir blogum var zaten" tadında minik bir Evreka! yaşayınca her şeyin başladığı bu yere geri döndüm. Kimse okumasa da ben okurum, olsun...
Yıllar önce yazmayı bıraktığım ve unuttuğum bu blog, bugün yepyeni bir fikirmiş gibi geldi yine aklıma. Bir süredir kendi kendime yazdığım ve yazmanın bana iyi geldiğine karar verdiğim bu dönemde, "niye blog yazmıyorum? ha dur, benim bir blogum var zaten" tadında minik bir Evreka! yaşayınca her şeyin başladığı bu yere geri döndüm. Kimse okumasa da ben okurum, olsun...
Subscribe to:
Comments (Atom)