Tuesday, April 20, 2021

Yürüyerek Biter mi Bu Pandemi

Neler yapıyorsunuz bu aralar? Ben yürüyüş yapıyorum. Bir de 9-6 çalışıyorum. Bir de ev topluyorum. Bir de yürüyüş yapıyorum. Bir de film seyrediyorum. Bir de yürüyorum... Etrafımdakiler ekmek yaparken, takı yaparken, online pilates yoga yaparken, zoom'da sosyalleşirken, ben sanki sadece yürüyorum. Nereye gidiyorum bilmiyorum. Hayatım(ız) bundan sonra hep böyle mi olacak, bilmiyorum. Tüm bunların bir anlamı var mı, bilmiyorum. Anlam ne demek? Bilmiyorum. İnsanlık tüm bunlardan bir ders çıkaracak mı? Sanmıyorum. 

Durmak mı daha fena, duramamak mı? "Evinde kal, içinde kal, içine dön, kendine bak" mesajlarının döndüğü bu dönemde, kendini meşgul tutmak için bunca uğraş vermek mi doğrusu?.. 

Pandeminin ilk günlerinde sokaktan araba geçmezken, bugün insanlar yine bir yerlere koşturuyor. Tek fark; artık sokaktaki herkesin suratında bir maske var. Çünkü buna da alıştık. Bunu da normalleştirdik. Çünkü insan koşullarını normalleştiremezse hayatına devam edemiyor. Çünkü kontrolü tekrar ele almak istiyoruz. "Direksiyonda ben varım, pandemi değil" demek istiyoruz. Kaygan zeminde olmayı kabullenemiyoruz. "Her şey kontrolüm altında" diyebilmek istiyoruz. Her şey kontrolüm altında ve birkaç sabah daha kalkıp yürürsem, bu da geçer... 



Wednesday, July 29, 2020

Kadın Cinayetleri ve Biz


Günlerdir sosyal medyada kadınlar siyah beyaz fotoğraflarını paylaşıp farkındalık yaratmaya çalışırken, bir yandan da “ne gerek var”cılar türedi. Öncelikle, 1- Sen istemiyorsan yapma, kimse zorlamıyor. 2- Daha iyi bir fikrin varsa paylaş. Bunu yaparken, diğerlerine tepeden bakmana, ukalalık yapmana gerek yok, ayrıştırıcı değil, birleştirici ol. 3- O kadınların bunu neden yapmış olabileceğiyle ilgili biraz empati kur, belki yalnız olmadıklarını hissetmek iyi geldi, belki birlikten kuvvet doğacağını düşündüler, belki şu an içlerinden bazısı halihazırda şiddet görüyor ve bunu açıkça söyleyemiyor, belki bazısının elinden yalnızca bu geliyor, belki o kadar travmatize olmuş ki, başka bir şey yapamıyor… ya da belki sadece güzel bir fotoğrafını paylaşmak istemiştir, kime ne. Hepsi bir yana, kadın erkek hepimiz o kadar otomatik eleştiriyoruz ki, birbirimizi baltaladığımızı bile farketmiyoruz. Eleştirmekten ve şikayet etmekten besleniyoruz. Üstelik olumlu eleştiri de değil. Yalnızca “o öyle olmaz” tepedenliği. Bunu yazarken kendi kendime de düşünüyorum, “ben de şu an eleştirdiğim üslupta mı yazıyorum?” diye. Empati talep ederken, ben de karşı tarafa mı bağırıyorum? Hepimizin dönüp çuvaldızı kendine batırması dileğiyle…  



Tuesday, September 25, 2018

Doğum Sancısı Devam

İnsanlık için küçük, kendim için büyük değişimler yaşadığım bir dönemden geçiyorum. O kadar korkuyorum ki, nefes alamıyorum. Nefes alamadığımı fark ettikçe "Cessi sakin ol, en kötü ne olabilir ki?" diyorum. En kötü ölebilirim. İçimden otomatik olarak çıkan cevap bu. Oysa bir yere öldüğüm yok.
Şehir beni boğuyor, doğaya kaçıyorum. Doğa beni boğuyor, şehre dönüyorum. Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Bu aidiyetsizlik beni yoruyor. Oysa mekanlara ait olmak ne ki? Ve şart mı?.. Bilmiyorum, bugüne kadar bu ezberle yaşadım. Ve "Buraya veya oraya ait olmak ne ki? Bir yere ait olmak şart mı?" diye sorulduğunda fark ettim bunu... Demek herkes benimki gibi değil, demek insanlar, yerlere ait hissetmeyebiliyorlar, demek bu "arada kalmışlık" hissi bana ait.
Her şey bir tekrar gibi geliyor bazen, detaylı göremiyorum. Doğada benim için her şey bir süre sonra yeşile dönmeye başlıyor mesela, "ne güzel yerler, değil mi?" dendiğinde "yeşil, yeşil, yeşil... dün gördüğümüz yerden çok da farkı yok" diyorum... Doyuyorum çünkü. Hatta taşıyorum. Dünyanın en güzel müzesinde gezerken 1-2 saatin sonunda doyup, eserleri görememeye başladığım gibi. Sadece doğada değil, her yerde böyleyim ben.
Ama konumuz bu değil. Konumuz aidiyet. Ve aidiyet denen şey, sadece mekana ait olmakla sınırlı da değil. Başka bir şey bu. Belki de genetik miras. Yahudilerin ezelden beri oradan oraya kovulmasıyla, tekrar bir hayat kurup, tekrar dağıtılmasıyla ilgili. Sürekli sofra koyup kaldırmak gibi, tekrar tekrar tekrar... Sen tam kendini "tamam artık buralıyım" zannederken, "öteki" olmak gibi, ve aslında belki de hiçbir zaman oralı olmadığın, oldurtulmadığın, sadece senin öyle sanman gibi. Ve tam da bu nedenle yaşadığın kalp kırıklığıyla, hep bir yerlere ve birilerine ait hissetmeye özlem duymak gibi.
Ve yine tam da bu nedenle hiçbir zaman tam anlamıyla anın tadına varamadım ben, ne doğada, ne müzede, ne orada, ne burada. Çünkü hep bir panik vardı içimde, hep bir "ya kovulursam" korkusu, "arkamdalar mı acaba" tedirginliği. Bu şiddette değilse bile, ve günlük hayatın içinde değilse bile, minik bir paranoyayla yaşamaya alışığızdır biz azınlıklar hep. Ya da belki bu da bana ait bir histir, kendi toplumuma da ait değilimdir belki, kim bilir...

Sunday, September 9, 2018

Hoş geldin 5779

Pek inançlı biri değilimdir. Yılın bitmesi, başlaması da takvimde bir sayfa yalnızca aslında. Ancak, bugün bir çok yeni yıl mesajı aldım, hoşuma gitti. Belki de etrafımızdaki olumsuzluklardan bıktığımız için, en küçük mutluluk kırıntısı hoşumuza gitmeye başladı, bilmiyorum. Belki yaş aldıkça, gelenekler daha çok anlamlanmaya başladı, bayramlar sayesinde aileyle bir araya geldiğimi, gelenekler sayesinde eski güzel bayram günlerini yad etme fırsatı bulduğumuzu fark ettim. Ritüellerin (meğerse) bir anlamı, bir nedeni olduğuna uyandım belki. Şu veya bu nedenle, bayram havası iyi geldi.
Geçen 1 bütün yılı geçirdim aklımdan. 42 yaşına girerken "bu yıl çok farklı olacak" demiştim. Öyle de oldu. Doğum günümle başlayan, geçen Rosh HaShanah ile devam eden bu yıl bana şans getirdi, mutluluk getirdi, kendimi dönüştürdüğüm, hayallerime daha çok yaklaştığım, her şeyden önce "uyandığım" bir yıl oldu. Yıllardır üstümde taşıdığım travmalarımı şifalandırdığım, kendimi, bedenimi olduğum gibi kabul ettiğim hatta bunu hem yazıyla hem TV kanalıyla milyonlarla paylaştığım bir yıl oldu. İnsanlık için küçük, kendim için büyük adımlar attığım bir yıl oldu.
Rosh HaShanah ve Kippur'da, geçen yılın muhasebesi yapılıp, temiz bir sayfaya devam edilirmiş. Ben de istedim ki bunca şükredecek şey varken, bu vesileyle bir teşekkür edeyim, yeni yıla yeni hayallerle, yeni umutlarla gireyim. Çünkü biliyorum, iyi düşünürsek iyi olur.
Herkese mutlu bir 5779 yılı dilerim!

Monday, July 16, 2018

Para ve Güç

Para ve güç birlikte anılır yüzyıllardır. Kafamızda bir arada kodlayagelmişizdir bu ikisini hep. Ne kadar çok para, o kadar güç. Paramız arttıkça güçleniyor muyuz peki sahiden?
Fakir biri güçlü olamaz mı? Güç nedir?
Güç tanımımızda bir hata var galiba. Lüks yaşamayı mutluluk sanıyor, mutluluğun ise parayla sağlanabileceğini düşünüyoruz. Ve bunları sağlayabilmek için de canımızı dişimize takarak çalışıyor, kariyerimizde yükseldikçe kendimizi daha saygın, daha sağlam, daha sözü geçen ve bunların toplamında daha güçlü sanıyoruz.
Günümüz filozof/ yazarlarından Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi kitabında bahsettiği önemli Antik Yunan filozoflarından Epikuros'a göre hayatımızın temel amacı mutluluktur. Epikuros, insanın arzularını 3'e ayırmıştır;
Zorunlu ve doğal arzular,
Doğal ancak zorunlu olmayan arzular
Ne doğal ne de zorunlu olan arzular

Filozofun mutluluk şemasına göre, aç kalmakla yemek yemek arasında oluşan mutluluk farkı, basit bir yemek yemekle zengin bir sofradan yemek arasında yoktur. İnsanı bu noktada asıl mutlu eden, aç kalmamış olmaktır. Üstüne koyduklarımız, anlık hazlar verse de asıl mutluluğu veren, tokluk hissidir.
Aynı şekilde, bir işinin ve dolayısıyla gelirinin olup olmaması arasındaki fark, rütbe arttıkça mutluluğu arttırmaz. Bilakis, "ya elimdekini kaybedersem" korkusu getirir.
Asıl mutluluk, sağlıklı olmak, üste başa giyecek kıyafetlerin olması, yiyeceğinin olması ve etrafının sevdiklerinle çevrili olmasıdır, bu kadar. Ama kulübede mi yoksa villada yaşadığının önemi yoktur.
Epikuros'un bu felsefesi, söylenmesi kolay ancak yapması zor bir seçim çoğumuza göre. İçselleştirmek gerekiyor, uygulamaya geçmeden önce. Son yıllarda tutulduğumuz kişisel gelişim bombardımanı, bir şeyleri hazmetmemize izin vermeden peşi sıra akıllar veriyor çoğu zaman.
"Mutlu ol", "anda kal", "korkusuz ol" gibi bir çok slogana maruz kalıyoruz ve kabul edelim ki hiç birimiz guru değiliz. Bunca yıllık kalıplarımızı bir anda kırmamız kolay değil. Bize bugüne kadar "çok çalış, çok kazan, rahat et" dendi, "Allah kimseyi alıştığından aşağı düşürmesin" dendi, belli bir standardımızın olması, başarılı olursak zengin olacağımız ve şu ve bu...
Tüm bunlardan vazgeçen "Ferrari'sini satan bilgeler" güçsüzleştiler mi peki sizin gözünüzde? Hayır mı? Peki bu rolü kendinize niye yakıştıramıyorsunuz o halde? Gücünüzü elinize almanızın yolu, bakış açınızı kırmaktan geçiyordur belki de...

Tuesday, July 3, 2018

Doğum Sancısı

"42; the answer to life, the universe & everything." Geçen sene doğumgünümde yazmıştım Douglas Adams'ın bu meşhur cümlesini. 42, herşeyin cevabıydı gerçekten. En azından, cevabın başlangıcıydı. Yeniden doğumdu, ama bitmeyen bir doğum. Bir şeylere yeni uyandığın, yeni anladığın, ya da bu kez farklı anladığın belki de... "Dur bir de bu pencereden bakayım" dediğin, bazen farklı pencerelere yöneldiğin, bazen yöneltildiğin... Daha çok sevdiğin. Sevdikçe eğildiğin, yeni şekiller alabildiğini hayretle fark ettiğin... Korkularını bırakırken, sanki bir tren yolculuğunda pencereden dışarıya bakar gibi, ağır ağır izlediğin... Ve yeni bilinmezlere daha korkusuzca atılabildiğin. Hayatın, aslında korkulacak değil, "korkma, ben varım" diyen biri olduğunu anladığın.
En sevdiğim bilge, muzip, afacan yazar Douglas Adams doğru bilmişti yine işte, 42 her şeyin cevabıydı. Ama söylemediği şuydu; 42 cevabın başlangıcıydı, doğumun, hayatın, evrenin, cevabın yalnızca başlangıcı...

Wednesday, April 11, 2018

Anne Ben Bir Ölüp Geliyorum


Olağan bir gün değildi aslında. Anlamam gerekirdi. İşaretleri yorumlamam gerekirdi...
Olağan bir günde evde, kendi yatağımda uyanıyor olurdum mesela. Kendi kıyafetlerimi giyip, kendi sokağıma çıkar, kendi muhitimde geziniyor olurdum. İşe gidiyor olmazdım hayır çünkü o ara çalışmıyordum. Rutinim, sokakta gezmek, arkadaşlarımı görmekti o ara.
Ama sıradışı bir gündü işte. Eski arkadaşım Burçe’de kalmış, onun kıyafetlerini giymiş, tanımadığım bir adamla buluşup, tanımadığım bir mekana gitmiş, tanımadığım adamlarla birlikte yanmıştım. Ölmek için güzel bir gündü!
...Değildi tabi. Öyle olduğunu düşünseydim, bugün bu satırları yazıyor olmazdım. Ölmek için güzel bir gün değildi ve ben ölmemeyi seçtim.
Diyorum ya, anlamam gerekirdi. Oraya gitmek istemeyişimden, gittiğim anki “benim buradan çıkmam lazım” hissimden, “ne işim var burada?” dememden, “neyse artık söz verdim. Öğlen olsun, günün diğer yarısında giderim” dememden belliydi. Kaçmam gerekirdi oradan.
Kaçmadım... hayatımın en büyük hatası mıydı? Hayatımın en büyük tecrübesi mi? Etrafımda bir sürü adam, silahlar patlıyor, kovanlar uçuşuyor, bekleme salonundaki yapay çiçekler... Nedense ona takılmıştı aklım. Şöyle demiyordum mesela: “atış poligonunda ne işim var?!” Hayır, ben yapay çiçeklere takılmıştım; patlayan silahlar değil de, etrafımda yapay çiçekler olması rahatsız etmişti beni.  Silahlar gerçek dünyaya aitti de sanki, plastik çiçeklerdi gerçekliği bozan...
Saat 12.00’ye geliyordu. İçeriden haber geldi, “diğer grup hazır”. Tamam, birazdan öğle yemeğine çıkarız, sonra ben “gidiyorum” derim, bu macera da burada biter demiştim kıvılcımı gördüğümde.
Tavanda bir kıvılcım vardı, ne bileyim, olur öyle sandım. Poligonda sık sık alev çıkıyordur belki de, ne bileyim… Çıkmıyormuş! Elektrik kablosuna ateş etmiş biri, yanıyormuşuz, ne bileyim… Çantamı aldım, yukarı kapıya koştum, kapıyı açacağız, çıkıp gideceğiz sandım, ne bileyim… Önümde koşan adamın, hepimizin kaderini değiştireceğini ne bileyim…
Kaza durumlarında “panik yapmayın, soğukkanlılığınızı koruyun” derler. Önümüzde koşan adam panikle kapı kulbunu kırmasaydı, bugün bu satırları yazıyor olmazdım.
Çelik bir kapıydı. İçeri doğru açılıyordu. Kulbu kırıktı. Alevler yukarı geliyordu. Barut tozundan dolayı yangın çok hızlı büyümüştü. Ve biz ölüyorduk.
Yapacak pek bir şey yoktu. Bağırıp ağlamanın faydası da… Sadece ölüyorduk. Duman arttıkça nefes almak zorlaştı. Son hatırladığım, kafamı çantama sokmuş nefes alıyordum. Sonra…
Sonra sağıma soluma baktım, sakince “bir takım tanımadığım adamlarla ölüyorum” dedim… “Baba yanına geliyorum” dedim bir de; sonrası yok!
Gözümü açtım, rüyadan uyandım. Bu saate kadar uyumuşum. Ne tuhaf bir rüyaydı. Ama nasıl olur ki? Hem ben neredeyim? Allahım bu bir rüya değil mi? Balık gibi çırpınıyordum ambülansta, nefes alamıyordum. Beni nereye götürüyorlar, yanımdaki kim, hiçbir fikrim yok.
Bir sonra hatırladığım sahne hastane odası. Yanımda yatan bir adam var, tanımıyorum. Ayakta gezen adamlar var, tanıyorum, bizim poligondan. Çok ağrım var, onu biliyorum, sedyede yatarken ellerimin, parmak uçlarımın acısını hissediyorum en çok. Parmak uçlarım sedyeye değerken acıyor. Ellerimi kaldırmak istiyorum, kaldıramıyorum. Hemşireye seslenmek istiyorum, seslenemiyorum. Kısık sesimle, yanımda yatan bıyıklı adama “bana hemşireyi çağır” diyorum. Hemşire geliyor ve ben annemin numarasını veriyorum. Sonra hemen vazgeçip “kardeşimi ara” diyorum, annem korkmasın. Aradan kaç dakika geçti, Ceki ne zaman geldi bilmiyorum. Hatırladığım tek şey Ceki’yi kapının eşiğinde gördüğüm an. “iyiyim, yalnız değilim, ailem burada artık” dediğim anı hatırlıyorum. Sonrası bulanık…
Işsiz olduğum bir dönemdi. Allah biliyor ya, iş arıyor da değildim. Hele ki bu tercüme işini… Boşta olduğumu bilen arkadaşım Şeli “Cessi” dedi, “bizim Pazartesi- Perşembe İngilizce bilen birine ihtiyacımız var, tercümanlık yapmayı düşünür müsün?” Ne yalan söyleyeyim, düşünmüyordum. Hiç de hevesim yoktu. Başıma gelecekleri mi hissetmiştim ne?! Kız “cv’ni gönder bana” dedi, istemesem de peki dedim. Istemiyorum ya, mail gitmiyor. Cv’ni göndermedin dedi, mail gitmemiş, evren de istemiyor bu işin olmasını. Ancak kaderden kaçış yokmuş, neticede o işi aldım ve bir güzel yandım!

Ömrümde ilk ve tek poligon ziyaretimdi. Benim ne işim olur poligonda?! Şöyle olur; tercümanlığını yapacağım adamla, Ephraim’le tanışma toplantısı yaptık. Ben Şeli’nin teklif ettiği gibi Pazartesi- Perşembe günleri arası tercüme yapacaktım. Ancak Ephraim, “yarın bir iş var, istersen yarın gel birbirimizi deneyelim, eğer ikimiz de memnun kalırsak Pazartesi- Perşembe günleri arasındaki işi sana veririz” dedi ve böylece yangının çıkacağı gün benim poligonda olmam için kader ağlarını örmüş oldu.
İş, güvenlik firması elemanlarına atış eğitimi vermekti. Eğitimi veren adam Türkçe bilmediği için ben İngilizce- Türkçe tercümanlık yapıyordum. Sabah bir gruba, öğleden sonra başka bir grup insana eğitim verilecekti. Zaten ne olduysa o öğle yemeğinden hemen önce oldu. O kıvılcım biraz gecikseydi, ben öğle yemeğine çıkmış, bir daha da poligona dönmemiş ve yanmamış olacaktım.
Kıvılcımı ilk gördüğüm andan, dumandan nefes alamayıp düşüp bayıldığım ana kadar kaç dakika geçtiğini bilmiyorum. Olsa olsa 5-6 dakikadır. 
Kendi yazdıklarımı okuyunca roman gibi gelen bu hikaye, benim hayatım. Ne kadar da tuhaf, sanki hiç yaşanmamış gibi... 
Hayat, bir olasılıklar zinciri. Hangi kibriti çekip ne tarafa gideceğin, tüm hayatının akışını değiştiriyor, kontrol edemiyoruz bazen. Önemli olan, ne olduğu değil, olan olduğunda nasıl davrandığın galiba. Hayatta bazen sorunlar olacak. Peki sen bu sorunları nasıl göğüsleyeceksin? İşte asıl konu bu.